“Kısa bir süre sonra öleceğim. Ama bugün, yarın ve geriye kaç günüm kaldıysa hepsinde mutlu olmayı seçiyorum.”
 
Yukarıdaki sözlerin kime ait olduğunu artık söylememe gerek yok sanırım. İlk cümleyi dikkate almasak, ikinci cümleyi, vur patlasın çal oynasın, gününü gün eden, sonradan görme, mirasyedi, şımarık ve çiğ birinin sözleri zannedebilirdik. Ama iki cümleyi birlikte okuduğumuzda ve bu cümlelerin sahibinin hayatının baharında, lakin ölümün kıyısında, son derece başarılı ve hayat dolu bir bilim insanı olduğunu dikkate aldığımızda, bu cümleler okuyanlar için bir hayat dersi niteliğini alıyor.         
            “Mutlu olmaktan” ne anlıyoruz? Bir takım haz veren faaliyetlerin içinde olmayı mı? Mutluluk, lezzetli yiyecekler, içkiler, eğlence ve diğer dünyevi zevkleri tatmaktan mı ibarettir? Kuşkusuz, bunlar da gerekli… Ama bir yere kadar… Eğer bu tür haz veren faaliyetler mutluluğun yegâne kaynağı olsalardı, hep bunları yapmak için uğraşırdık. Ama öyle yapmıyoruz, değil mi? Yaşam çok boyutlu… İçinde acı da var haz da; sevinç de var tasa da; sağlık da var hastalık da… Kişiliğimiz, yaşam süremizce karşımıza çıkan yaşamın bu farklı yanlarına nasıl tepki verdiğimizle şekilleniyor. Acılar, haksızlıklar karşısında hemen pes edip, kendimizi bırakıyor muyuz, yoksa mücadele mi ediyoruz? Sevdiklerimizin yalnız sevinçlerinde mi yanlarında oluyoruz, yoksa kederlerini de paylaşmayı biliyor muyuz? Sağlığımızın kıymetini bilip, uzun süreli olması için üzerimize düşenleri yapıyor muyuz, yoksa en kıymetli hazinelerimizden biri olan sıhhatimizi gelip geçici hazlar için fütursuzca kurban mı ediyoruz? Bir hastalıkla karşılaştığımızda onu alt edebilmek için elimizden geleni yapıyor muyuz, yoksa “niye ben” diye kendimizi kahredip, teslim mi oluyoruz?
Kendimiz ya da sevdiğimiz bir insan, bir hastalığın pençesinde türlü acılarla mücadele ederken, yapmaktan büyük zevk aldığımız etkinlikler bizim için ne kadar anlam ifade eder? Acıları ancak morfinle dindirilmeye çalışılan birinin yanında niçin eğlenceden, hazdan, keyiften söz etmeyiz? Ölümün kıyısında bulunduğunun farkında olan Randy Pausch da büyük bir özgüvenle, “geriye kaç günüm kaldıysa hepsinde mutlu olmayı seçiyorum,” derken hazzın ötesinde bir şeyden söz ediyor olmalı… Demek ki mutlu olmak, ölüm kapıya dayandığında dahi seçilebilecek, tercih edilebilecek bir şey… Önümüze çıkan engellerle nasıl baş edebileceğimizi, acılarımızla nasıl başa çıkabileceğimizi, acılara, engellere rağmen örnek, başarılı, erdemli bir yaşam biçimini nasıl sürdürebileceğimizi bilmekle ilgili bir şey…
Böylesi bir mutluluğun, başka bir deyişle zevk ve hazzın ötesinde tam bir mutluluğun nasıl başarılabileceğini öğrenmek konusunda da Randy Pausch’tan alacağımız dersler var. O, biz insanların bir sırça köşkte, sorunlardan yalıtılmış vaziyette yaşamadığını ve yaşayamayacağını çok iyi biliyor. Bu dünyada tek başımıza değiliz. Sevdiğimiz ya da sevmediğimiz, bizden hoşlanan ya da hoşlanmayan birçok insanla, öyle ya da böyle birlikte yaşıyoruz, bu dünyada. Toplumdaki diğer insanlarla doğrudan ve dolaylı kurduğumuz ilişkiler bizi mutluluğa yaklaştırabilir ya da mutluluktan uzaklaştırabilir. Bizim dışımızdaki insanları yeterince dikkate almaksızın kurduğumuz bir yaşamla belki bir yere kadar kendimizi avutabiliriz; ama eninde sonunda hayat bize başkalarına rağmen değil başkalarıyla birlikte yaşamanın zorunlu olduğunu ve mutluluğun başkalarının mutsuzluğuna rağmen sağlanamayacağını hatırlatır. Dolayısıyla, tek başına mutlu olamayız…
“Hayallerinizi gerçekleştirmek istiyorsanız başkalarıyla çalışıp iyi geçinseniz iyi edersiniz. Bu da bütünlük içinde yaşamanız anlamına gelir.”
Randy Pausch ne demek istiyor? “Başkalarıyla çalışıp iyi geçinmekten” ne anlıyor? “Bütünlük içinde yaşamak” ne demek? Gelecek sefere de bunlara bakalım, olur mu?...