“İnsanlar dost olduklarında adalete ihtiyaç duymazlar, ama adil olanlar dostluğa ihtiyaç duyarlar.” (Aristoteles, Nikhomakhos’a Etik, 1155a).
Geçen hafta Aristoteles’in bu sözünün “bir kısmını” anlamaya çalışmıştık. Aristoteles, dostluk için ölçünün ne olduğunu, şüpheye yer bırakmayacak bir biçimde söylüyordu bize. Bu ölçüye göre, dostum dediğimiz kişiyle olan ilişkimizde aklımızda soru işaretleri ya da bir takım çıkar hesapları varsa, zaman zaman haksızlığa uğradığımızı düşünüyorsak, kısacası adalete ihtiyaç duyuyorsak, belki onunla aramızda bir düzeye kadar arkadaşlık ilişkisi olduğundan söz edilebilirdi; ama böyle bir ilişkiye dostluk ilişkisi denemezdi.
Aristoteles yukarıda andığım sözüyle, adaletsizliğin nasıl ortadan kalkabileceğinin de reçetesini veriyor bize. “İnsanların birbiriyle dost olduğu, dostluk ilişkilerinin güçlü olduğu bir toplumda adaletsizlik diye bir sorun olmaz,” demek istiyor.
Dostluk tüm topluma ve dünyaya yayılmış olsa, çıkar hesaplarının yerinde sevgi ve dostluk temelli ilişkiler olsa, adalete ihtiyaç duyar mıydık? Suç diye bir kavram, mahkeme, hapishane gibi kurumlar olur muydu?
Hiç kimse dünyaya kötü bir insan olarak gelmez. Ömrünü hukukumuzun insancıllaşmasına adayan Profesör Faruk Erem’in ünlü “suçluyu kazıyın altından insan çıkar” sözü, insanları bir kalemde damgalayıp silmenin yanlışlığını apaçık biçimde ortaya koyar. Çoğumuz büyüdükçe kirleniriz. Ama var olan modern toplumlarda, ne kadar kirlenirse kirlensin hiç kimse tümüyle kötü değildir; ne kadar temiz kalırsa kalsın hiç kimsenin tümüyle iyi olmadığı gibi. Ve en önemlisi, nispeten temiz kalabilenler de, çok kirlenip toplum açısından bir “bela” haline gelenler de içinde bulundukları “insanlık durumunu” kendi başlarına başarmış değillerdir. “İyi” dediğimiz insanların da “kötü” dediğimiz insanların da “iyi” ya da “kötü” olmalarına yol açan, kendi kontrollerinin dışında, sayısız neden vardır.
Dünyaya gelen masum bir insan yavrusunun bir “suçluya,” mesela “yavuz” bir hırsıza ya da “acımasız” bir katile dönüşmesine neden olan çok sayıda etken olabilir. Ama sevgi açlığı, sevgi ihtiyacının yeterince karşılanmamış olması bu etkenlerin en başında gelir. “Suçlu” diye damgaladığımız insanların yaşam öyküsüne önyargısız baktığımızda büyük çoğunluğunun geçmişinde, sevgi eksikliğinin yol açtığı kapanmamış ruhsal yaralar görürüz. Çoğunun, Aristoteles’in kastettiği anlamda dostluk ilişkileri yoktur. Adalet duyguları, içten içe, iyice örselenmiştir. Hep haksızlığa uğradıklarını düşünürler, − aslına bakarsanız gerçekten uğramışlardır da. Farkında olsalar da olmasalar da hep adaleti ararlar. Ama ruhlarındaki yaranın esas nedenini bilemedikleri için, önemli bir kısmı yaralarını bir türlü sağaltamaz ve bu halleriyle farkında olmadan toplum için bir “adaletsizlik odağı” haline gelirler. Toplumun onlara sağlayamadığı adaleti, sevgisizlikten kurumuş, “yabanileşmiş” ruhları ile kendi yöntemlerine göre elde etmeye girişirler. Bir kısır döngü içinde, sevgisizlik adaletsizliğe yol açar, adaletsizlik de toplumdaki güven duygusunu kemirir, toplumda sevginin ve dostluğun kökleşmesine engel olur.
Kuşkusuz, adalet en yüce erdemler arasındadır. Toplumsal bütünlüğün ve mutluluğun sağlanması için toplumda adaletin sağlanması zorunludur; olmazsa olmaz koşuldur. Adaleti sağlayacak ve yaygınlaştıracak olan da toplumun en önemli yapı taşı olan insandan başkası değildir. İnsanı adil bir insan haline getiren de sevgidir, dostluktur, sevgi ve dostluğun sağladığı güven duygusudur. Sevgi ve dostluğun hâkim olduğu bir toplumda, adalet bir sorun ya da ihtiyaç olmaktan çıkar. Adalet ancak, sevgi ve dostluğun yerini çıkar çatışması, nefret ve düşmanlığın aldığı toplumlar için bir ihtiyaçtır. Oysa sevgi ve dostluk biz insanlar için her daim bir ihtiyaçtır; toplumun çimentosudur; adaletin, iyiliğin ve mutluluğun vazgeçilmez kaynağıdır.