“İnsanlar dost olduklarında adalete ihtiyaç duymazlar, ama adil olanlar dostluğa ihtiyaç duyarlar.” (Aristoteles, Nikhomakhos’a Etik, 1155a).
Oğlu Nikhomakhos’a “baba nasihatleri” vermek gayesiyle yazdığı Nikhomakhos’a Etik adlı eserinde, böyle diyor Aristoteles. Dostluğun ¾ ve elbette adaletin — ne demek olduğu ve önemi, daha güzel ve etkili, dolaysız ve bir çırpıda kavranabilecek biçimde başka nasıl anlatılabilir, doğrusu ben bilmiyorum.
Bir kere, bu sözüyle Aristoteles bize, dost olduğumuzu düşündüğümüz bir insanın gerçekten dostumuz olup olmadığını, şaşmaz bir biçimde anlama imkânı veriyor. Kısaca ve basitçe ifade etmek gerekirse, eğer “dostumuzla” olan ilişkimizde adalete ihtiyaç duyuyorsak ya da “dostumuz” tarafından haksızlığa uğradığımızı düşünüyorsak, demek ki, ve ne yazık ki, biz aslında “dostumuzla” dost değiliz.
Birisiyle, adalete hiç ihtiyaç duymadığımız, adalet (ya da adaletsizlik) sorgulaması yapmadığımız, haksızlığa uğrayıp uğramadığımızın aklımıza bile gelmediği bir ilişki kurulabilir mi? “Aradığın sıradan bir arkadaşlıktan çok hakiki bir dostluksa, evet, yapman gereken tam da bu,” demek istiyor Aristoteles.
İğneyi önce kendime batırayım. Diyelim ki bir “dostumun” bir konuda bana ihtiyacı oldu. Varsayalım, benim bir biçimde karşılayabileceğim bir ihtiyaç bu... Eğer onun bu ihtiyacını gidermeyi düşünürken bir takım hesaplar yapıyorsam, mesela “şimdi ben bunu halledebilirim ama benzer bir durumda o da bana yardım eder miydi ya da acaba gelecekte eder mi,” “benim daha önce bir sorunum olmuştu, ama o hiç oralı olmamıştı,” “züğürdün teki zaten, kendine bir faydası yok, bana ne faydası olacak,” gibi bin bir türlü düşünce geziniyorsa kafamda, lamı cimi yok, demek ki o kişi ile benim aramda hakiki bir dostluk ilişkisi yok. Eğer “dostum” dediğim kişi, bana ihtiyaç duyduğunda aklımdan böyle şeyler geçiriyorsam, uzun lafın kısası çıkar hesabı yapıyorsam, benim de zaten dost olunmayı hak etmeyen birisi olduğumu söylemek, sanırım haksızlık olmaz. Ben ona “dostum” diye sesleniyor olsam bile, bu durumda ya ben, en iyi ihtimalle, dostluğun ne demek olduğunu bilmiyorum ya da karşımdakini kandırmaya çalışıyorum demektir.
Hayata Dair Meseleler adlı dillerde dolaşan, ama henüz temin edip okuyamadığım eserin sahibi Abdulgaffar El-Hayati de dostluk ve arkadaşlık üzerine düşüncelerini şöyle ifade etmiş:
Dostluk, anlaşmayı aşar. Anlaşmak, arkadaşlığın koşuludur yalnızca. Arkadaş ile anlaşırsınız, beraber gülüyorsanız şanslısınız, ama o kadar!... Dostluk ise anlaşmakla yetinmez. Tarafları teslim olmaya çağırır. … Teslim olmayı beceremeyenler arkadaş kalırlar, dost değil. Arkadaşından dostluk isteyen, ona “güven bana” der. Ve bekler… (Abdulgaffar El-Hayati, Ayrıntı Yayınları kitap ayracı yazısı)
Gördüğümüz gibi, El-Hayati’nin dostluk anlayışında, adalet kavramından doğrudan söz edilmiyor. Ama biraz daha dikkatle okuduğumuzda, adalet kavramının, bu anlayışın içinde de örtük olarak var olduğunu fark edebiliyoruz. Dosta “teslim olmak” ve “güvenmek,” tam da Aristoteles’in kastettiği anlamda, dostlukta kusursuz adaletin önemini vurgulayan sözcükler değil mi? Yani, dostumuzla öyle bir ilişki içinde olacağız ki, onunla aramızda güven diye bir sorun olmayacak, aklımızda onun hakkında güven duygumuzu zedeleyebilecek hiçbir “acabalı” soru olmayacak ve hiçbir hesaba girmeden birbirimize teslim olabileceğiz. Zaten, gönüllü olarak teslim olmayı kabul ettiğimiz birisiyle adalet sorunumuz olabilir mi?
Ne mutlu dostluklarını hesap yapmadan ve derinleştirerek sürdürebilen, akıllarında koşul olarak çıkarı değil, yalnız ve hep erdemi bulunduran insanlara...