Başlığın alanına girmeden önce belirtmek istediğim birkaç husus var.

  1. Beni bu yazıyı kaleme almaya mecbur eden,  her Besni’ye gelişimde bazı dostlarımın “Güncel”de yazmadığım için bana çıkışmalarıdır. Son gelişimde bu yüzden yine “fırça yedim.” “Benim yazılarımı kim okur” diye uyarmama rağmen onlar “bizim gazetede her yazarın bir okur grubu var, hiç kimse okumazsa biz okuruz” diye üstelediler. Dolayısıyla değerli Güncel okurlarının aşağıdaki yazı müsveddesiyle muhatap olmak zorunda kalmasında en az benim kadar onların da sorumluluğu var. Verdiğim rahatsızlıktan dolayı şimdiden herkesten özür dilerim; dostlarım hariç, zira “kendi düşen ağlamaz.”
  2. Rahatsızlık derken alçakgönüllülük gösterdiğim sanılmasın. Çoğu konuda kafası karışık biri olduğumdan, yazmaya çalıştıklarım, eğer okuyanı olursa, kolay sindirilebilir olmayabilir. Dolayısıyla, vereceğim rahatsızlıktan ötürü “okuma gafletine düşenlerden” bir kez daha özür diliyorum.
  3. Bu rahatsızlığın “geçici” olup olmayacağına yazıları “okuma gafletine düşenlerin” karar vereceğini düşünüyorum. Olumlu ya da olumsuz fark etmez, bir biçimde “geri besleme” olmazsa rahatsız etmenin (ya da rahatsız edememenin) anlamı olmayacağına inanıyorum. Dolayısıyla yazılarda belirteceğim iletişim kanallarından biri vasıtasıyla, tekrar ediyorum, olumlu ya da olumsuz hiç fark etmez, değerli yorumlarınızı lütfedip iletirseniz benim için çok makbule geçer. Öte yandan, rahatsız olmanın, bir şeylerden rahatsızlık duymanın olumlu yanları da olabilir. Rahatsız olmak, olan biteni hemen kabullenmemenin, var olanla, yapıp ettiklerimizle yetinmemenin, değişimin, daha iyiyi aramanın habercisi olabilir. Ünlü İngiliz filozofu John Stuart Mill’in dediği gibi: “memnuniyetsiz bir insan olmak memnun bir domuz olmaktan, memnuniyetsiz bir Sokrates olmak memnun bir aptal olmaktan daha iyidir.”

Bu “teknik” girizgâhtan sonra başlığa dönebiliriz. Bugün size büyük filozof Sokrates’in öğrencisi ve en az onun kadar ünlü bir başka filozof olan Eflatun’un (Platon) Devlet adlı eserinde geçen bir “öyküden” söz etmek istiyorum.

Besni’nin dağlarında sıkça rastladığımız büyük mağaralardan birini düşünün. Mağaranın ortasında, yaklaşık bir kulaç yüksekliğinde, mağarayı enlemesine ikiye bölen geniş bir duvar olsun. Bu duvarın hemen arkasında büyükçe bir ateş yanıyor. Duvarın üzerinden sürekli birileri gelip geçiyor, bir şeyler taşıyorlar, konuşuyorlar. Ateşin ve duvarın ön tarafında da ellerinden, kollarından, bacaklarından ve boyunlarından zincirlenmiş bir sürü insan “yaşıyor.” Öyle ki bu insanlar, sürekli ve yalnızca, arkalarındaki duvarın üzerinde hareket edenlerin, mağaranın önlerinde bulunan en dip duvarına yansıyan gölgelerini görebiliyor ve seslerini duyabiliyorlar (sinemada film izler gibi, ya da “Karagöz Hacivat Gölge Oyunu” izler gibi). Bu durum yıllarca sürüp gidiyor.

Yıllar sonra bir gün, zincirlenmiş olanlardan birinin zincirlerinden kurtarılıp ayağa kaldırıldığını ve ona mağaranın diğer kısımlarının da gösterildiğini düşünün. Kendimizi bu insanın yerine koymaya davet ediyor Eflatun. Onun yerinde biz olsaydık, olan biteni hemen idrak edebilir miydik? Yıllarca gördüklerimizin değil de o anda gördüklerimizin “daha hakiki” olduğunu hemen anlayabilir miydik? Ateşe baktığımızda gözlerimiz yanmaz mıydı? Gözlerimizin neden yandığını bilebilir miydik? Birisi bize, yıllarca görmüş olduklarımızın, yalnızca duvarın üzerinden geçenlerin gölgeleri olduğunu söylese, ona hemen inanabilir miydik? Hemen gerisin geriye duvarın arkasındaki “karanlığımıza” dönmek istemez miydik? Dahası, güneşli bir günde, bizi bir de mağaranın dışına çıkarsalar ve bize, gözlerimizi kör edercesine alan güneşten ötürü henüz tam olarak göremediğiniz ağaçların, çiçeklerin, böceklerin, kuşların “gerçek” olduğunu söyleseler ne düşünürdük? Kuşkusuz, zaman içinde gözlerimiz alışır, güneşe doğrudan bakamasak bile, yavaş yavaş etraftaki nesneleri ayırt etmeye başlardık. Ve nihayet, o nesneleri görmemizi sağlayanın, daha önce gözlerimizi acıtan güneş olduğunu anlardık.

“Gerçeğin” bu farklı düzeylerini algılayıp idrak etmek, yukarıdaki süreçleri yaşayan her kim olursa olsun, mutlaka, az ya da çok, bir vakit alırdı. Ama Eflatun bu “öyküsünde” bize yalnızca gerçekliğin farklı düzeyleri olabileceğini göstermekle yetinmez. Vicdanlarımızı kanatarak bize sormaya devam eder: sen, “gerçeğin” “mağarada” yıllarca gördüğün gölgelerden ibaret olmadığını anladın diyelim, ya “mağarada” kalan diğer insanlar ne olacak? Ömrünün geri kalanını “mağarada” sürdürme tehlikesini göze alarak, “hakikati” anlatmak üzere “mağaraya” geri dönmeye cesaret edebilir miydin? Hadi diyelim döndün, “mağaradakiler” sana inanırlar mıydı? Seni, “yurdunu” terk edip geri döndükten sonra, onları yalan dolanla kandırmaya çalışan, onların huzurunu kaçıran bir “meczup” hatta bir “hain” olarak görmezler miydi? Onları zincirlerinden “kurtarmak” istediğinde sana direnmezler miydi? Hatta bazıları seni öldürmek istemezler miydi?

Peki, sen, ya sen, ey sevgili okur? Ya sen olsaydın?… Sen olsaydın dönebilir miydin o mağaraya geri? Dönmek ister miydin?...