Vakti zamanında bir adamın işi gücü yokmuş. Parası da olmadığı için bir bakkaliye işi de yürütemiyor. Bir sanatı da yok ki öyle uğraşsın. Fakat çok güzel bağlama çalar türkü söylermiş.

Zamanında kahvelerde kağıt oyunu domine oyunu tavla oyunu yokmuş. Adam da kafasına koymuş. Kahvelerde saz çalar türkü söylerim, sonra da kahvedekilere bir tabak tutar ne verirlerse onunla çoluğumun çocuğumun rızkını temin etmiş olurum ve böylece yaşantımı devam ettiririm der.

Kafasından geçirdiği gibi de yapmış her gün kahvelerde saz çalıyor, türkü söylüyor sonunda da elinde bir tabak masa masa geziyor, verilen paralarla da evinin maşetini görüyor ve hayatından memnun. Bu vaziyette yaşantısını sürdürüyor.

Zaman gelmiş kahvelerde, kahve cemaati kağıt, domino ve tavla oyuna başlamışlar. Tabi Ahmet Efendi’nin sazına ve türküsüne itibar kalmamış. Öyle ki oyun heyecanına kapılanlar bazen para vermedikleri gibi tepsisinin altından vurarak “çek be bu tepsiyi” diye azarlamaya başlamışlar. Birkaç gün hiç para almamış.

Bir gün gene gelmiş çalmış söylemiş hiç para vermemeleri üzerine canı sıkılmış. Bağlamasını omzuna atmış eve dönerken canı da çok sıkıntılı ve üzgün yolda bir kayanın üzerine oturmuş, dertli dertli hem çalıyor hem söylüyor.

Tam bu esnada kayanın altından bir yılan çıkmış, adamın çaldığı havaya göre oynamaya başlamış. Fakat adam hem şaşırmış hem de ilgi ile yılanı takip ederek çalmaya devam etmiş.

Biraz sonra oyunu bırakan yılan kayanın altındaki deliğine girmiş ve ağzında bir torba ile dışarı çıkmış ve torbayı oraya bıraktıktan sonra tekrar deliğe girerek kaybolmuş.

Adam torbayı açmış ki içi altın dolu. Sevinerek evine gelmiş ve bütün ihtiyaçlarını görmüş. Ahmet Efendi, Allah rızkımı verdi diye her gün gider o kayanın üzerine oturur hem çalar hem söylerken yılan da kayanın deliğinden çıkar çaldığı havaya yoruluncaya kadar oynar, sonra da deliğine girer, bir torba altın getirir adamın önüne koyar ve deliğine girermiş. Adam böylelikle hem zengin olmuş, hayatını da güzelce sürdürürken hastalanmış. Fakat durumu da kimse bildirmiyor. Hastalığı biraz ilerleyip kalkamayınca büyük oğlunu çağırarak; “Gel oğlum. Ben hastalandım. Şayet ben ölürsem annen ve kardeşlerin sana emanet. Sende benim gibi işsiz güçsüz bir adamsın. Kulağını bana yakın getir ve beni iyi dinle. Sana bir sırrımı diyeceğim. Ama sakın kimseye de söyleme. Köyümüze 3 kilometre ileride yol kenarında bir kaya var ya, benim bağlamayı al oraya git kayanın üstüne çık hem sazı çal hem de söyle. O zaman kayanın altından bir yılan çıkar ve çaldığın havaya göre oynar. Bilahare de deliğine girer, bir kese altın önüne bırakır. Sende altını al ve bana getir.”

Oğlu babasını iyice dinledikten sonra kendi kendine şöyle bir karara varır. Babamın dediğine göre yılanın deliğinde çok altın var. En iyisi ben hazırlıklı gideyim. Her gün her gün gitmeden yılanı öldürüp altınların hepsini toplayıp getireyim diye kafasına koymuş ve kazmayı küreği ve bir de keskin bıçağı alarak babasının tarif ettiği kayaya gelir. Kayanın üstünde oturup çalmaya başlar.

Yılan da kayanın deliğinden çıkıp oynarken bıçağı yılanın kafasına diye fırlatmış, bıçakta yılanın kuyruğuna isabet etmiş. Canı yanan yılan atlamış üzerine oğlanı sokmuş ve öldürmüş.

Babası bir hayli beklemiş. Oğlan gelmeyince kimseye de sırrını söyleyemiyor. Kendisi eline bir değnek alarak yavaş yavaş kayalığa varır. Vardığında bir de ne görsün. Oğlan kayalığın bir tarafında ölmüş, saz da bir tarafında. Hasta halinde sazı eline alır dertli dertli çalıp söylerken yılan da deliğinden sürüne sürüne çıkar. Adama; “Bak dostum sende bu evlat acısı, bende de bu kuyruk acısı olduktan sonra ne senin çaldığın sazın tadı kaldı, ne de benim oynadığım oyunun. Git artık bir daha da gelme. Sen sağ ol ben selamet. Birbirimizi görmeyelim.”

Bu hikayeden herkesin ibret alıp, yorumunu saygıdeğer okurlarıma bırakıp, saygılarımı sunarım.