Nükleer santraller konusunda birkaç haftadır dile getirdiğim kaygılar, Japonya’da halen en üst düzeyde sürmekte olan alarm durumuyla, ne yazık ki, sürekli teyit ediliyor. Fukuşima Daiçi Nükleer Santrali’nin sahibi olan TEPCO firmasının üst düzey yetkilileri, 17.04.2011 tarihinde düzenledikleri basın toplantısında, artık bir enkaz yığını haline gelmiş olan santralde halen devam etmekte olan radyoaktif sızıntı sorununu 6-9 (altı-dokuz) ay içerisinde çözüme kavuşturmasını umdukları bir planı kamuoyuyla paylaştılar. Ayrıca bu santralden başka iki nükleer santralde daha normalin üzerinde radyasyon sızıntısı tespit edildi; bu santrallerde de üretim faaliyetinin durdurulduğu, çalışanların santrallerden çıkarıldığı açıklandı.
Japonya’da da bakanlar, tıpkı 1986’da Çernobil felaketinin ardından Sanayi Bakanı Cahit Aral’ın Türkiye’de yaptığı gibi, halkın endişelerini, kendilerince, teskin etmeye çalışıyorlar. Cahit Aral 1986’da, çaya radyasyon bulaştığı iddiasını boşa çıkarmak gayesiyle, kameraların önünde çay içmişti. Japonya başbakanı da su içti. Hükümet sözcüsü Fukuşima yöresinde yetişmiş domates yedi.
Depremin ardından baş gösteren nükleer sızıntı ilk ortaya çıktığında Fukuşima’da alarm seviyesi “4” olarak açıklanmıştı. Alarm seviyesi, kısa bir süre sonra “5”e, daha sonra “6”ya ve 12 Nisan 2011 tarihi itibarı ile en yüksek olan “7”ye yükseltilmek zorunda kalındı. Bu seviye, Çernobil’de 1986’da gerçekleşen nükleer felaketin alarm seviyesi ile aynı. Başka bir deyişle, Fukuşima Daiçi Nükleer Santrali’nden atmosfere, toprağa ve okyanusa, bir aydan fazla bir zamandır, sürekli artan bir hızla radyasyon sızıyor. Üstelik firma yetkililerinin de itiraf ettiği gibi radyasyon sızıntısı en az 6 ay daha devam edecek. Bu, başta Japonya ve civarındaki ülkeler olmak üzere, tüm dünyadaki canlı yaşamı için çok önemli bir tehdit. Özellikle atmosfere ve okyanusa karışan radyasyon, azalarak da olsa tüm dünyaya yayılmış durumda. Gazetelerde Japonya menşeli radyasyon bulutlarının, jet rüzgarlarının etkisiyle Türkiye semalarına ulaştığına dair haberler çıktı. Bu bulutlardaki radyasyon miktarı belki insan sağlığını etkileyecek düzeyde olmayabilir. Ama anlıyoruz ki nükleer felaket bizim yaşadığımız yöreden binlerce kilometre uzaklıkta bile gerçekleşmiş olsa, er ya da geç, az ya da çok, hepimiz ondan nasibimizi alıyoruz...
Geçen hafta, nükleer santrallere güçlü bir alternatif olarak ortaya çıkan, rüzgâr gücünden yararlanarak elektrik üreten güç santrallerinin ülkemiz ve dünyadaki durumundan söz etmiştik. Çoğumuz doğayı yok etme pahasına tüketme hastalığından henüz kurtulabilmiş değiliz. Bu hastalıklı durumda bile, dünyada var olan yenilenebilir enerji potansiyeli, bizim aç gözlü enerji talebimizi fazlasıyla karşılayabilecek büyüklükte. O zaman neden bu kaynaklardan yararlanmak için daha çok çaba sarfetmiyoruz da yaşamı tehdit ettiği apaçık biçimde ortaya çıkan nükleer santrallerde diretiyoruz?
“Nükleer santral istemiyorlarsa mumla mı aydınlanacaklar?” “derin” sorusuyla bizi mahcup ettiklerini düşünenlere karşı Ahmet İnsel’in söylediklerine katılmamak elde değil:
“Nükleer santralin riskleriyle ve ömrü dolduktan sonra on yıllarca neden olduğu güvenlik harcamalarıyla karşılaştırıldığında, rüzgâr enerjisi, güneş enerjisi gibi, önümüzdeki on yılların en fazla tercih edilen elektrik enerjisi kaynakları olmaya aday. Gelişmiş ülkelerde, özellikle Fukuşima kazasından sonra nükleer enerji sonrası döneme geçiş daha da hızlanırken akla ilk gelen kaynak rüzgâr. Kimse “Elektrik yerine mum yakalım” demiyor. Ama Japonya’da dehşetle şimdi keşfedilen maliyet azaltma amaçlı güvenlik ihmallerinin veya öngörülmeyen bir gelişmenin telafisi mümkün olmayan kaza yaratma olasılığı önümüzdeki dönemde de var olacak. O zaman insan sormadan edemiyor: Nükleer santral inşa etme konusunda, şimdi ve burada, bu ısrar neden? Hangi uzun vadeli toplumsal ortak yarar ağır basıyor bu ısrarın arkasında ya da hangi kısa-orta vadeli bir kısmi yarar veya bir çıkar?
“Rüzgâr enerjisiyle de elektrik ampulü yanmıyor mu?”*
*Ahmet İnsel, “Nükleer Santral Sevdası,” Radikal, 05.04.2011.