Radyoaktivite, İkinci Dünya Savaşı’nda, yine Japonya’da, önce Hiroşima sonra Nagazaki’de olduğu gibi, taammüden, önceden tasarlayarak, planlı biçimde, bile bile meydana getirildiğinde de, insan hatası ya da doğal bir afet sonucu ortaya çıktığında da ölümcül sonuçlara yol açar... Hem de kelimenin tam manasıyla ölümcül...
Üstelik ölümcüllük, radyoaktiviteye o sırada doğrudan maruz kalan on binlerce insan ve milyonlarca canlıyla da sınırlı kalmaz... Radyasyonun olumsuz etkileri gelecek nesillere taşınır...
Bilim ve teknoloji, hakim olan üretim ve düşünme tarzı içinde, sağladığı sayısız kolaylık, yükselen konfor ve yaşam kalitesinin yanında, geleceğe, bağışıklık sistemi daha zayıf, ölümcül hastalıklara daha eğilimli bir insan ve canlı yaşamı bırakılmasına yol açıyor...
Bugün insanlığın henüz kesin biçimde baş edemediği pek çok kanser hastalığı türünün başta gelen nedenleri arasında, farklı biçimlerde maruz kalabildiğimiz radyoaktif kirlilik, sızıntılar ya da serpintilerin olduğu artık herkesin malumu...
Zararlı radyasyonu, tıbbi teşhis amacıyla röntgen, tomografi, mamografi vb. görüntüleme cihazlarının karşısına geçmek zorunda kaldığımız zaman da alabiliriz... Talihsiz Japon halkının İkinci Dünya Savaşı’nda başına geldiği gibi, yaşadığımız yere nükleer bombalar atıldığı zaman da...
Birçok Afrika ülkesinde olduğu gibi, “medeni” ülkelerin nükleer atıkları haberimiz bile olmadan kendi ülkemiz topraklarına bırakıldığı zaman da ölümcül düzeyde radyasyona maruz kalabiliriz...
Nükleer yakıtla çalışan bir denizaltı, savaş gemisi ya da savaş uçağının, bilerek ya da bilmeyerek, su, hava ve toprakta yol açabileceği radyoaktif kirlilik de bizi farkında olmadan zehirleyebilir...
Hiç kuşkusuz, civarımızda bulunan nükleer bir santralde beklenmedik biçimde ortaya çıkan bir radyoaktif sızıntı da biz ve diğer canlılar açısından ölümcül sonuçlara yol açabilir...
Etkilenmek için radyasyona doğrudan maruz kalmamız gerekmez... Bir yerde radyoaktif sızıntı varsa, bu kolayca ve hızla, havaya, suya, toprağa, yiyecek ve içeceklere sirayet edebilir... Radyoaktif sızıntının olduğu bölgede yaşayan insanların, orada yaşayan ya da yetiştirilen bitki ve hayvanların bundan etkilenmesi neredeyse kaçınılmazdır... Sızıntının olduğu bölgede, avlanan balıklarda, elde edilen bitki ve hayvan ürünlerinde bulunan radyoaktif madde oranı, onları tüketecekler açısından, ölümcül düzeylere yükselebilir... Radyasyon bir kere suya, toprağa havaya karıştı mı, besin zincirinin içine girdi mi, tüm dünyaya bir virüs gibi kısa sürede yayılabilir...
Mutfak tüpünün ölümcül riski, karşılaştırılabilecekse belki röntgen ya da tomografi cihazından alınabilecek radyasyon riski ile karşılaştırılabilir... Ama bu riski, nükleer santrallerin yol açabileceği riskle karşılaştırmak en hafif ifadeyle bilisizliktir.
Nükleer santrallerin hayata getirdiği riski küçümseyenler, aynı rahatlıkla nükleer santrale yakın bir yörede yaşamayı kabul ederler mi acaba? Tatil programı yaptıklarında, nükleer reaktörlerin faaliyette olduğu bir yeri kaygısızca tercih ederler mi? Sevdiklerinin bir nükleer santralde çalışmasına gönülleri razı olur mu?
Enerjiye “fena halde” ihtiyacımız olabilir. Ama enerji ihtiyacını karşılamak için, yalnız nükleer santrallerde çalışanların, o yörede ve civarında yaşayanların değil, tüm insanlığın ve dünyadaki canlı hayatın geleceğini de riske atarım demeye hakkımız var mıdır? Enerjiyi üretmenin ve ondan yararlanmanın daha akılcı, daha ahlâklı yolları yok mudur?