Nükleer, bilindiği gibi, “çekirdekle ilgili” ya da “çekirdeksel” demek. İlkokokuldayken, Hayat Bilgisi dersinde, atomun, maddenin en küçük parçası olduğu belletilmişti bize. Sonradan atomun da içinde başka parçacıklar olduğunu öğrendik. Bizden sonraki kuşaklar muhtemelen atomu oluşturan parçacıkların içindeki parçacıkları da anlamaya çalışacaklar...
Ünlü Alman filozofu Immanuel Kant, daha önce de andığım sözünde, “İki şey var ki, ruhumu hep yeni, hep artan bir hayranlık ve müthiş bir saygıyla dolduruyor: üzerimdeki yıldızlı gökyüzü ve içimdeki ahlak yasası,” diyordu. Bu “iki şeye” atom ve hücreyi de katsak herhalde yanlış olmaz. Çıplak gözle göremediğimiz, varlıkların temel yapı taşları olan atomlar ve hücreler aslında kendi başlarına bir âlemi oluşturuyorlar. Onların içindeki parçacıkların da başka âlemleri barındırdığı kuvvetle muhtemel...
Tahayyül edemeyeceğimiz büyüklükte bir evrenin içinde tahayyül edemeyeceğimiz küçüklükte nice başka evrenler var... Artı sonsuzla eksi sonsuz arasında türlü ebatlarda sayısız varlık... Her birimiz bu varlıkların sadece birisiyiz. Her birimiz milyarlarca hücre ve atomdan oluşuyoruz. Bu her bir atom ve hücre de sayısını bilmediğimiz, ve çoğunun henüz adını koymadığımız, başka parçacıklardan oluşuyor...
İnsanı diğer canlılardan ayıran birçok özelliği var. Bu özelliklerin başında şüphesiz ona özgü aklı geliyor. Bu özelliği sayesinde, ihtiyaç ve kapasitelerini yeryüzünde bulunan diğer canlı türleriyle kıyaslanmayacak ölçüde ve birikimli olarak geliştirebildiği için, insan, bugün yeryüzündeki en baskın tür olarak görünüyor. Bedensel özellikleri açısından birçok hayvandan daha zayıf olmasına rağmen, varlığını sürdürmeyi, hem de sürekli çoğalarak sürdürmeyi, şimdilik, başarıyor...
Peki insanlığın, yaptığı inanılmaz buluşlar ve keşiflerle birlikte gösterdiği hızlı “gelişime” rağmen, doğaya tam olarak hakim olduğu söylenebilir mi? Yaşadığımız nice doğal felaket karşısındaki aczimiz, henüz böyle olmadığını kanıtlamaya fazlasıyla yeter herhalde... Muhtemelen hiçbir zaman da doğa üzerinde mutlak bir egemenlik kuramayacağız...
Nükleer enerji de insanın “doğaya hakim olma” mücadelesinin bir başka ürünü... Nükleer enerji, uranyum, plütonyum gibi radyoaktif elementlerin atom çekirdeklerinin parçalanması (“fisyon”) ya da birleştirilmesiyle (“füzyon”) meydana getirilebiliyor. Günümüz nükleer santrallerinde birinci yöntem uygulanıyor. Kısaca ve kabaca anlatılacak olursa, atom çekirdeklerinin nükleer reaktörlerde parçalanmasıyla muazzam bir enerji açığa çıkıyor. Bu enerji vasıtasıyla çok yüksek ısıda ve basınçta su buharı elde ediliyor. Oluşturulan bu buharla da türbin şaftları döndürülüp elektrik enerjisi elde ediliyor. İkinci yöntem, yani atom çekirdeklerinin birleştirilerek enerji meydana getirilmesi yöntemi, henüz nükleer santrallerde elektrik enerjisi elde etmek için kullanılamıyor. Güneş ve diğer yıldızlardaki ısı ve ışık, füzyon yoluyla, yani atom çekirdeklerinin birleşmesiyle oluşuyor. Ayrıca hidrojen bombasının korkunç yıkıcı ve ölümcül etkisinin elde edilmesi de füzyon prensibine dayanıyor.
Ancak nükleer santrallerde elektrik enerjisi elde etme işlemi sözle bu kadar kolay anlatılsa da pratiğe geldiğinde işler karışabiliyor. Daha önce 1986’da burnumuzun dibinde Çernobil’de, şimdi de Japonya’da yaşandığı gibi... İnsan, radyoaktif maddeleri kullanarak muazzam enerjiler elde etmeyi başarmış olsa da radjoaktivitenin yan etkileriyle, radyoaktif atıklarla başa çıkma konusunda henüz gereken düzeye, kendini güvende hissedebileceği düzeye erişemedi...
Dünyada hakim olan sosyoekonomik sistem, baskın üretim ve düşünme tarzı değişmediği sürece böyle bir düzeye belki de hiçbir zaman erişemeyeceğiz... Mevcut üretim ve düşünme tarzı, bizi, kaba ekonomik değişkenleri her şeyin önüne koymaya zorluyor... Amaçlarla araçları karıştırmamıza yol açıyor... Başta üretim araçlarının sahipleri olmak üzere, çoğumuzun gözünde birliktelik, sevgi, dostluk, tevazu, fedakârlık ve ölçülülük gibi erdemleri değersizleştiriyor, bencilliği, açgözlülüğü ve tüketimi teşvik ediyor...
Baskın üretim ve düşünme tarzını değiştirebilir miyiz? Fütursuzca tüketme hastalığından kurtulabilir miyiz? Amacın daha çok tüketmek, tüketebilmek için daha çok para elde etmek değil, hakiki anlamda mutlu olmak olduğunu anlayabilir miyiz? Bize dayatılan” konforlu yaşamı” reddedip daha mütevazı, ama daha onurlu, daha ahlaki ve daha huzurlu bir yaşam sürmeye evet diyebilir miyiz? Mutluluğun yiyecek, kıyafet, enerji gibi türlü maddeleri daha çok tüketmekle, doğayla savaşmakla, ona hakim olmaya çalışmakla değil, tüm insanlık ve doğayla uyumlu, sade bir yaşam kurmakla mümkün olduğunu idrak edebilir miyiz?