Yakın geçmişte iman iddiasındaki her bireyin “güven adası” olması gerektiğini, zira Müslümanın “emin olunan” anlamına geldiğini belirtmiş; hatta üzerinde bulunduğumuz manevi mirasın asıl sahiplerinin de bunu başarabildikleri için dünyaya bin yıldan hükmettiklerini izah etmiştim bir yazımda.

Bugün ise “güven adası” olmayı başaramamamızın farklı bir tezahürü olan “emanet” kavramından söz etmek istiyorum.

Zira il il, ilçe ilçe, kurum kurum dolaşarak bu konuda ne kadar büyük bir yanlış içinde olduğumuza yakinen şahit olmuş; idarecilik yıllarımda derse sokamadığım için ceza üstüne ceza verdiğim öğretmeni İl Milli Eğitim Müdürlüğü koltuğunda, bir diğerini sendika yönetiminde, öbürünü Bakanlık yazışmalarındaki unvanlarında gördüğümde “eyvah, biz ne hale geldik” diyerek afallayan biri olarak işlerimizin düzgün gitmemesinin, yaşadığımız bitip tükenmek bilmeyen kargaşa ve kaosun bir sebebinin de bu olduğuna kanaat etmiş biriyim.

Bu liyakatsizliğin üzerine idareciliği “hizmet etmek” yerine “hükmetmek” olarak okuyan bir anlayış hâkim olunca da bugünkü tablo kaçınılmaz oluyor çünkü.

Ne diyor ilahi kelam;

“Allah size, emanetleri ehil olanlara vermenizi, insanlar arasında adaletle hüküm vermenizi emreder.” ( Nisa, 58)

Emanetin ehil olana verilmesi, yani kelimenin diğer anlamıyla liyakat.

Ayet çok açık. Zira “sizin gibi düşünen, sizin istediğiniz gibi davranan, sizin istediğinizi gibi yaşayan veya kendini öyle gösteren” şeklinde bir izahat yok; ehil olmak, konu veya görev her ne ise istidat sahibi, ehliyet sahibi, bilgi sahibi olmak var.

Ayette “emanet kavramının adaletle” birlikte zikredilmesi ve Müslümanlar arasında değil, “insanlar arasında” denmesi bile tefekkür sekmeleri açıyor beynimizde.

Çünkü tarih boyunca insanların huzur ve mutlulukları iki sebeple kazanılmış veya kaybedilmiştir ki bunlar “emanet ve adalet”tir. Emanetler ehline verildiği ve adalete riayet edildiği müddetçe toplum huzur ve saadetle buluşmuş, hıyanetler ve haksızlıklar ise huzursuzlukların, kavgaların, savaşların, servet ve neslin helâk olmasının baş sebepleri arasında yer almıştır. Târih, bunun nice misâlleriyle doludur.

Küçük bir anekdot paylaşayım;

Devlete bulaşmadan kendi yatağında özgürce akıp giden eğitim halkalarını, ünlü veziri Nizamülmülk eliyle kurumsallaştıran Selçuklu’ya kimi ilim adamları karşı çıktılar. Aslında, Nizamülmülk’ün tek amacı eğitimi devletleştirerek muhalif hareketlere karşı devletin tezlerini savunacak ilim adamları yetiştirmek değildi. Onun icraatının iyi tarafı, devlet bütçesinden kaynak transfer ederek eğitimin kalitesini artırmaktı ki, İmam Gazali gibi mümtaz bir şahsiyet bu çabanın en bariz örneği olarak yüzyıllardır zifiri karanlığımıza ışık tutmaktadır.

Bu uygulamanın sakıncalı olduğunu savunan bir âlim, gelişmeyi kendince protesto etmek istediğinde sorarlar:

“Nereye gidiyorsun?”

“İlmin cenazesini kılmaya!”

“Niçin, ilme ne olmuş ki?” deyince şu cevabı alırlar:

“Şimdiye kadar bilginin ardına, sırf hakikat aşkına onun değerini bilenler düşerdi. İlmi elde edenler arasından kimi istismarcılar hep var olmuşsa da, bu hiçbir zaman çoğunluğu oluşturmadı. Fakat bundan böyle bilginin peşine düşenler artık para, makam ve mevki aşkıyla düşecekler. Onu, bütün bunları elde etmek için bir araç olarak kullanacaklar.”

Yüzyıllar önce söylenen şu kelama eklenecek bir şeyimiz kaldı mı sizce?

Konuyu biraz daha açalım;

Bir seyahat yapacağız diyelim. Otobüse bindiğinizde şoförün dindarlığına mı bakıyorsunuz, ehliyetine mi? Gemiye, feribota kaptan olarak kimi seçiyorsunuz; ilahiyatçıyı mı, müftüyü mü; yoksa liyakatli ama namazsız, niyazsız, işbaşında değilken (zira kontrol ediliyor) içki içene mi? Uçağın kaptan pilotluğunda ölçütünüz ne? Bozulan saatinizi, iyi saat yapan gayr-i müslim bir saatçiye mi tamir ettirirsiniz, saat işinden az anlayan mütedeyyin bir Müslümana mı? Peki evinizin planını ve yapımını; elbisenizin dikimini?

Tüm bunlarda ölçütünüz ne? Liyakat mi “inanç birlikteliği” mi?

Misalleri çoğaltmak mümkün mü, pek tabi mümkün.

Demek oluyor ki, emanet sahiplerinin, emanet edecekleri insanda ilk arayacakları şart “ehliyet” ve “liyakat” olmalıdır. Yani, “bilgi, maharet, beceri, istidat” şartı var ama “inanç”, “yakınlık”, “aynı düşünce ve fikriyat” şartı yok.

Adı üstünde “emanet” çünkü; bize ait olmayan; sahibine iade edeceğimiz. Üstelik kullanım süresinin de hesabını mutlaka vereceğimiz.

Peki bugünkü tabloda ölçütümüz ne ki biz hep şikayet konumundayız?

Kamusal alanda “dindarlık” ya da “dindar görünmek!”

Misal?

2 yıl içinde gezdiğim bin üç yüz küsur okulun hemen hepsinin okul müdürü ya İmam Hatip mezunu ya İlahiyat Fakültesi mezunu.

Sıkıntım İmam Hatip veya İlahiyat Fakültesi mezunu olmalarında mı? Asla!

Ancak eğitime on yıllardır gönül vermiş ve eğitim konusunu “gönül yangını” yapmış biri olarak bin üç yüz küsur okul içinde iki elimin parmakları kadar “makama layık” insan bulamamak düşündürdü, düşündürüyor da.

12 yıldır aynı koltukta oturduğu halde “vicdanım rahat” diyip bulunduğu İlde 9.sınıfa kadar gelmiş gençlerin okuma yazma bilmiyor oluşundan bihaber İl Milli Eğitim Müdüründen tutun da, 6 yıldır görev yaptığı makamda kız öğrencisinin sırf okula gelmek istediği için her gün üvey babasının şiddetine maruz kaldığından gafil okul müdürüne kadar!

İşin en acı boyutu bu tablolar her yönüyle gözlerinin önlerine konulmasına rağmen halen hiçbir şey yapılmamış olması.

Soruyor insan gayr-i ihtiyari! “Hani liyakat, nerde ehliyet, nereye kayboldu emanet” diye. Muhatabınız “din ehli”, “vicdan sahibi”, “emanet bilincine sahip” biri olunca da doğal olarak beklentiniz yükseliyor ama nerde!

Bu yüzden olsa gerek ki, Süleymaniye taklidi cami yapıyor ama Mimar Sinan’lar yetiştiremiyoruz, adına enstitü kuruyor ama Yunus’ça bir dünya kuramıyoruz, Celalettin-i Rumi’nin sözleri dudaklarımızdan düşmüyor ama ahlâkı ve bakışından nasipsiz haldeyiz.

Bu yüzden olsa gerek ki, Gazâlî'yi, Râzî'leri, Cürcanî'leri, İbn Arabî'yi, İmam Rabbânî'yi, Sinan'ı, Itrî'yi, Yunus'u, Şeyh Galip'i özümseyen, tartışan; Batı düşüncesinin de Doğu düşünce geleneklerinin de kurucu düşünürlerini, yönelimlerini iyi bilen öncü bir kuşak yetiştirmek bir tarafa girip çıktığınız kurumlarda bu isimler anılınca gençler “kim bunlar” diye aval aval yüzünüze bakıyor.

Söz üstatlarının deyimiyle desem ki; Bâkî şiirini lügate bakmadan anlayamayan mimar, Süleymaniye'yi Mimar Sinan'dan dinlese ne anlar? Yahya Kemal'in Türkçesi'ne yabancı dil muamelesi yapmayı meziyet zanneden tarihçiye Tuna'nın hicranı ne söyler? Necip Fazıl’ın bir cümlesini üçüncü okuyuşta bile kavrayamayan siyasetçiye Ulu Hâkan diplomasi dersi verse ne işe yarar?

Ve devam etsem…

İngilizce kelimeleri canım lisanımızın içinde alelade kullanmayı entelektüellik alâmeti saya saya Türkçe'yi İngiliz aksanıyla konuşmaya başlayan ama “kendi dilinde okuduğunu anlamada” dünyadaki 72 ülke içinde 50. olan neslimizle nereye varacağız?

Kendi dilini anlamayanın kendi dünyasını da kuramayacağını; kendi dünyasını kuramayanların başkalarının dünyasında başkaları gibi yaşamaya mecbur kalacağını, kendisi olamayan kimsenin bir başkasına yeni bir dünya teklifi sunamayacağını ne zaman anlayacağız?

Kelimeleri ile birlikte ruhunu da yitirdiği için varlığı, bilgiyi ve değeri kendisi gibi anlamlandıramayan ve bu anlamlandıramayışıyla mesuliyetinin yükünden bîhaber siyasetçimiz; eğitimin sızısından mahrum işi sadece maaş alma- geçimini sağlama olarak gören eğitimcimiz; yardımlaşmanın ruhundan nasipsiz tüccarımız, muhtaç olsa dahi paylaşmanın zevkinden habersiz fukarâmız, tasavvufu mûsikî zanneden dervişimiz, ibadeti cennet beklentisi içinde bir tacir edasıyla muhasebe zanneden âbidimiz, mahallenin berberinden farkı olmayan imamımız; evladının başını emanet bilmeyen annemiz, annesinin ayağını cennet bilmeyen evlatlarımızla geleceğe nasıl yürüyeceğiz fikri olan var mı?

Ortada keşfedilmeyi bekleyen muazzam bir medeniyet birikimimiz, insanlığa sunacağımız muazzam şahsiyetlerimiz; dünyaya yeniden adaleti, hakkaniyeti, kardeşliği armağan edeceğimiz nefis hikâyelerimiz varken neyi bekliyoruz?

Devletin en büyük ihalesinden en ücra köşedeki herhangi bir mutfağa kürdan alımına varıncaya kadar her bir şeyiyle dürüst ve şeffaf olduğunu ülkede yaşayan herkes tarafından kabul edilmesine sebep olacak kadar daha fazla dürüstlüğe muhtaç olduğumuzu,

Hayatı boyunca empati nazarıyla bakmayı aklının ucundan bile geçirmeyenlere, bize çok gördüğünüz bir şeyi size ihsan ediyoruz dercesine değil; bilakis onları sizden ve temsil ettiğiniz değerlerden emin kılacak kadar büyük bir tevazu ve müsamaha içinde; birbirinden farklı düşünen insanları kutuplaşmaya itmeden, bölmeden, parçalamadan, ötekileştirmeden bütün endişelerini en ufak bir tereddüde mahal bırakmayacak kadar empatiye ihtiyacımız olduğunu,

Aldığımız her kararda en tepedeki yöneticimizden en alt kademedeki memurumuza kadar herkesin fikir birliği içinde olduğu durumlarda başarının da kazancın da bereketin de kendiliğinden geleceğini; 

Yöneticiliğin hâkim olmak değil değer katmak olduğu bilinci içinde bunu tüm kurumlara aşılamak zorunda olduğumuzu,

İnsanların dininden, inancından, meşrebinden, ırkından, mezhebinden, siyasi görüşünden, aidiyetlerinden, sadakatlerinden, kim olduğundan, kimin yakını olduğundan, kimin kartvizitiyle geldiğinden ziyade önce bu işi yapmayı ne kadar hak ettiğinin tek ve şaşmaz terazisi olarak liyakati benimsemek dışında çaremiz olmadığını;

Emanetin ehline verilmesinin maneviyatımızın “olmazsa olmazlarından” olduğunu,

Hatta bir tık öteye geçerek ehliyetin olmadığı, emanetin ehlinde olmadığı vakitlerin kıyamet habercisi olduğunu ikaz eden Nebevi soluğun tepemizde durduğunu,

Etrafımızda toplananların, bizi onaylama vaktini hesap ederek başını sallamaya hazır bekleyenlerdense, bize yanlışımızı çekinmeden ifade edebilecek birikim ve şahsiyetteki kimselerden oluşmasının gerekliliğini ne zaman fark edeceğiz?

Şuur, feraset, basiret ve en çok da marifet temennisiyle…