İhtiras düzenine taş koyan ve bizi gaflet uykusundan uyandıran rahmet ayına selam olsun.
Kendimizde kalmaktan, benliğimize kapılmaktan, özümüzle oynamaktan, nefsimizle dolmaktan, dünyanın süfli zevkleri ile doymaktan bir adım olsun geri çekildiğimiz bir Ramazan ayına daha kavuşabilmiş olmanın haklı gururu ve sevinci içindeyiz. Kavuşturan ve bahşeden kudrete hamdolsun!
Umudun kanatlarına tutunduğumuz; haddimizi bildiren, acizliğimize dokunan, bize rahmet cenderesinde arınma fırsatı sunan; hamuru hasetle karılmış, fesatla yoğrulmuş, kibirle boyanmış ve tamahla cilalanmış bu kirli ve paslı zaman ikliminin, sahip olma hırsı ile yoksullaştırdığı kıyılarımızı aynı rahmet dalgalarıyla ıslatan bu kutlu zaman dilimi hakkında ne çok şey yazılsa, az kalır bilirim.
Ancak, bu sınırlı ve bir daha kavuşup kavuşamayacağımız belli olmayan zaman dilimini coşkuyla, heyecanla, sürur ile yaşamak, bir başkalıkla donatmak varken; bugün kendimizi ait hissettiğimiz inanç dünyamızı hakikatin çilesini çekmeden elde etmiş olmamızdan gerek, Ramazan ayını bir tür sıkıştırılmış dindarlık gösterisine dönüştürerek içten içe sömürmek, tarifi imkânsız bir açıkgözlükle on bir ayın ağır günah yükünü bu rahmet ırmağında arıtarak yeni günah kredisi kazanmayı düşünenlerin dindarlık tasladığı bu vakte, kalemi emanet bilenlerin, bu uğurda yürek teri dökenlerin söylemesi gerekenler var.
Zira sığ aklın, köpürmüş düz mantığın, sallama sözün, kifayetsiz muhterisliğin, cahil cesaretinin gemi azıya aldığı bir devirdeyiz ve değerler erozyonunun artık her tarafta gördüğümüz kişilik kayıp ve irtifalarına yol açtığı böyle kirli bir zamanda; ilim irfan sahibi, farkındalık nasip olmuş mürekkep yalamışların her türlü ikaz, hatırlatma ve nasihatlerinin birer nimet olarak bilinmesi gerektiğini düşünüyorum.
Çünkü insanlık tarihi boyunca kendilerine yanlışlarını hatırlatacak ilim ve irfan sahiplerine sahip olmayan ya da onların yürek terlerine kulak asmayan toplumların iflah olduğu görülmemiştir.
Aslında idraklerimizi tazeleyecek, şuurlarımızı diri tutacak ve kalp gözümüze hitap eden çokça kelam çarpıyor her gün benliklerimize ama yazık ki başımızdan aşağı yağan enformasyon sağanağında o kadar tıknefes haldeyiz ki, bizi daldığımız gaflet uykusundan uyandıracak sözler yeşermiyor gönül coğrafyalarımızda.
Dolayısıyla bu rahmet sağanağı hızla geçiyor ve biz aynı hızla iftar koşuşturmalarından, hazım problemlerinden, orucu (sözüm ona) sebep kıldığımız asabiyet nöbetlerinden, artık yazık ki bir oyuna dönüştürdüğümüz imsak ve teravih itiş kakışlarından direkt bayram öncesi alışveriş panayırlarına geçiveriyoruz.
Sonrasında ise yeni günah kredisi kazandığımızı sandığımız için olsa gerek, gelsin gaflet ve dalaletin dibine vuracağımız on bir koca ay!
Peki ilahi kudret tarafından, yaşamın karanlığı ile zayıflayan idrakler yeniden aydınlansın diye yakılan bu rahmet kandilini iyikilerimizin arasına katabilmemiz; kendimizi gafletin, aldanmışlığın, idraksizliğin ellerine bırakmamamız için ne yapmamız gerekiyor?
Bence öncelikle Ramazan ayını arınmak, olgunlaşmak, hayırda yol almak, kullukta mesafeler kat etmek için, bir basamak olarak görmek gerekiyor.
Öyle ya, (başta kendi nefsim) hangi birimiz üzerimizde bu kadar çok gaflet biriktirmişken, bunca yalana bulanmışken, ömründe bunca ihtiras kiri ve hırs zehri varken; böyle bir rahmet sağanağında arınmaktan, ruhunu temizlemekten kaçmak ister ki?
Veya bu rahmet iklimi geriye kalan on bir aya sözünü dinletemiyorsa; o, nasıl on bir ayın sultanı olabilir ki?
Peki hakkını eda edebiliyor muyuz?
Bence hayır!
Bu konuda özellikle algı dünyamızın tahtına oturmuş, bizi elimizdeki ve gözümüzün önündeki ekranlar marifetiyle yazık ki kendine köle etmeyi başarabilmiş medya krallığının payı oldukça büyük aslında.
Bakın mesela ekranlarımıza;
Din başlığı altında kodladığımız yaşam biçimi, aldığımız her nefesin hakikati değilmiş ya da bir gün raflardan indirilip, ertesi gün yeniden rafa kaldırılabilecek bir şeymiş gibi bir algı var medyamızda ve bu algı yüzünden olsa gerek; Ramazan ayıyla birlikte hikmet sofraları (artık sayısını dahi unuttuğumuz televizyon kanallarında) cömertçe açılıyor, bayramla birlikte de hakikat dükkanlarının kepenkleri kapatılıyor.
Defalarca yazılıp çizilmiş, azıcık kitap okuyan, ilmihal bilgisine az çok vâkıf, insanlık ve dolayısıyla Müslümanlığının iyi kötü hakkını verme gayreti içindeki her insan için asla yeni bir tarafı olmayan; ihtilaflı halleriyle bile fıkhi olarak ayrı ayrı karara bağlanmış bir takım istisnai problemleri her Ramazan ayında ısıtarak ortaya sürüp reyting uğruna nemalanan veya Ramazan ayı münasebetiyle, "din" vatandaşın gündemindeki ilk konu haline gelince mecbur kalan medyanın yine reyting uğruna dinin algılanış biçimini tahrip edecek seviyede hareket edip, dini meselelerin içinden "flaş" etkisi uyandıracak başlıklar aramasını saymayacağım bile.
Ayrıca medyanın bu algı operasyonuna alet olarak, zamane insanına sözüm ona portatif bir din paketi denkleştirmeye çalışan ve ekran ekran dolaşıp, vatandaşın başından aşağı din başlığı altında menkıbe boca eden zamane ulemasına sükunetin onlardan daha aydınlatıcı olduğunu söylemeye bile gerek duymuyorum.
Pek tabi ki ekranlarda boy gösteren ulemanın niyetini okumak gibi bir gaflet içinde değilim ama insanları oruca sözüm ona motive etmek için ortaya konan bütün bu faaliyetler, bugün özellikle medya marifetiyle o kadar bulandırılıyor ki; farz olduğu “ayet” ile sabit olan oruç ile ilgili idrakimiz de kanaatlerimiz de kültürümüz de değişiyor.
Kabul edip görmek istemesek de bugün öyle bir noktaya geldi veya getirildi ki bu iş; daha Ramazan ayı başlamadan, orucun insanlar için ne kadar büyük kişisel, bedensel, toplumsal faydaları olduğuna dair onlarca ikna çabasına muhatap olmuş durumdayız.
Üstelik algı yönetimini elinde tutan medyanın verdiği zarar, bu kadarla da sınırlı değil!
Zira Ramazan ayı boyunca ekranlardan nerdeyse kuş sütü eksik sofralar ve lüks yemek ayinlerinin süslediği reklamlar; maneviyatı önemseyen insanları hedef tahtasına koyduğu için olsa gerek, tüm reklamlar “konfor”, “ayrıcalık”, “seçkin” gibi pek çok kavramın destursuzca kullanıldığı bir arenaya dönmüş durumda.
Çünkü bu reklamlarda sanki Ramazan bir ekonomik fuar süreci, bir kültür festivali olarak sunuluyor. Oruç bir sağlık kürü ya da bir beslenme disiplini, ibadetler ise bir sportif imkân gibi algılatılıyor.
Maneviyat odaklı unsurların, tüketim kültürüne bu kadar kolay malzeme yapılması elbette kabul edilemez ama yazık ki bu tablo zihin ve yaşam konforlarımızı beslediği için hiçbirimizin gıkı çıkmıyor.
Durum bu olunca da nefsi tezkiye edip tutabilmenin; yeryüzündeki açlar ile toklar, zengin ile fakir arasındaki uçurumu yok etmenin gayesiyle emredilen; sabrın, paylaşımın, nefsimizi dünya zevk ve lezzetlerinden koparıp dizginlemenin, dünyevi iştah ve ihtiraslardan arınarak hakikate yönelmenin iklimi olması gereken Ramazan, bu vesile ile yiyip içip keyfe bakmanın, (hatta muhafazakâr sınıfın son dönemde sınıf atlaması ile) yazık ki sınıfsal gösterişin malzemesi haline getiriliyor.
Bu sayede de Ramazan ayı gibi kutlu bir zaman dilimi; sofra donatma, restoran dolaşma gibi ölçüsü epeyce kaçmış bir tıkınma histerisine dönüşüyor.
Tam da bu noktada sormak lazım;
“Elimde bir ekmek, yanımda bir yoksul varsa, o ekmeğin yarısı bana haramdır” diyen bir ecdadın torunlarının üzerinde tepindiği ve emanet aldığı manevi miras nasıl bu kadar çabuk kayboldu?
Peki gerek gözümüzün önündeki ekranlar ve gerekse de artık yaşamlarımızın yazık ki bir parçası haline gelen sosyal medya marifetiyle herkesin kendi doğrularını nasibi ve idrakince parlattığı orucun, insanlara her köşe başında gözümüze sokulan (yukarda kısaca arz etmeye çalıştığım) faydaları olmasa oruç tutmayacak mıydık?
Ramazan ayı; sabrı öğrendiğimiz, zihnimizi ağırlıklarından kurtarıp bütün dikkatimizi hakikati idrake yönelttiğimiz bir ay olmayacaksa veya vicdani ve irfanî bakışımız daha da keskinleşmeyecekse; tam aksine daha çok körleşip, daha çok semireceksek eğer ve bu kutlu kılınmış zaman dilimi biz nasibimiz alamadan geçip gidecekse bu kadar laf salatası, bu kadar gösteriş, bu kadar debdebe ve şatafat ne için?
En önemlisi de Ramazan’ı bir rahmet ve mağfiret ayı olarak gören, bu müstesna zamanı muhasebe ile geçirme hassasiyetinde olan insanlar, böyle bir hengâme ve gürültü içinde aradıkları sükûneti nerede bulacak, maddi dünyanın tacizleri altında ruh kirlerinden nasıl arınacaklar?
Ya da düşünmek lazım;
Allah’ın emri diye mi oruç tutuyoruz yoksa bizi daha sağlıklı, daha rahat, daha dengeli, daha mutlu, daha sosyal, daha paylaşımcı kılsın ya da “el aleme” daha zengin göstersin diye mi oruç tutuyoruz?
Eğer söz konusu oruç ibadeti, Allah’ın emri diye tutuluyorsa bu emri tartışmak, onu özendirici bir spor gibi göstermek kimin haddidir?
Allah'ın “tutun” diye emrettiği orucu, tutmakta zorlanan diğer insanlara daha “sempatik”, daha “yararlı”, daha “sağlıklı” ve daha “kolay” göstermek gibi bir misyona soyunmak hangi birimizin hakkıdır?
Bugün, kelam ehlinin tespitince biliyoruz ki “Müslüman” teslim olmuş kişi anlamına geliyor. Yani Allah’ın “yap” dediği emre şartsız uyan ve bunu yaşamına nakşetmeye çalışan kişi “Müslüman” sıfatına sahip oluyor.
Bu emirleri emir bilip, yine de o emre uymadık veya uyamadıysak; vicdanımızda bunun acısını ölesiye hisseder, pişman olur, yana yakıla tövbe eder; kendi acizliğimiz ve zafiyetimizden, hamlık ve çiğliğimizden, hata ve ihmalimizden Rahman ve Rahim olanın merhametine, gölgesine ve serinliğine sığınırız.
Bunun reçetesini yazmak için, kimlere gökten “yazılı beyan” indirilmiştir ki; hemen herkes bu konuda ahkam kesme hakkını kendinde bulup, Rahman’ın günah sevap tahsildarlığına soyunarak oruç tutmayanı ateş ehli ilan edebiliyor?
Bu kutlu zaman dilimi; rahmetle yıkanan seher vaktine, hikmet peşindeki akla, hakikatle çarpan kalbe, bilgelikle nurlanan yüze, susuzluklardan sonra suya, karanlıklardan sonra ışığa, sıkıntılardan sonra genişliklere, kendi içine büyüyen bir maneviyata, günahları temizleyen tövbeye, duaya koşulan dillere, candan kopan aminlere, rükûlara ve secdelere, varlığı kuşatan muhabbete, şükre ve ikrama, hoşnutluk ve rızaya, nezaket ve ihtimama, efendilik ve zarafete, içe dokunan kelama, yaratılışımızdaki esrara, kulluktaki ısrara, azme ve sabra, rüyaya ve ilhama, boğazdaki düğüme, buğulanan göze, bükülmüş boyunlara, kırılmış dizlere, yakaran dudaklara, niyaz makamındaki fısıltıya, hayra uyanan şuura, aklımıza sığmayan kainata, içimize sığmayan manaya şahitlik etmeyecekse neden var?
Yaratanın ayların sultanı eylediği; iyiliğin, güzelliğin, nezaket ve inceliğin; yeniden evleri, sokakları, şehirleri ele geçirip fethettiği bu güzel zamanı, dünyanın nimetlerinden bir nebze el çekerek, nefislerimizi mümkün mertebe kötülükten uzakta tutmaya çalışarak, kötü söz söylememeye, kötü iş yapmamaya gayret ederek geçirmeyeceksek bu kutlu zaman dilimi neden var?
Yaşamanın bir gayesi, bir hikâyesi, bir anlamı olduğuna inanmışlar olarak; yaşadığımız çağa olan borcumuzun farkında alışık olduğumuz günleri değiştiren; ruhlarımızın konforunu bozup, yozlaşmanın nefislerimizde kök salmasına engel olan bu kutlu zaman dilimindeki varlık sarsıntısı ile aldığımız her yeni nefesi, insanlaşma yolunda atmakta olduğumuz yeni bir adım olarak görmemiz gerekmez mi?
Kabul edelim ki;
Ramazan ayıyla birlikte hayata bakışımızda, yeme içme tasavvurumuzda, insanlarla olan münasebetimizde, ibadet ve varlık muhasebemizde bir başkalık ve değişiklik hasıl olmuyorsa; bizim kararmaya yüz tutmuş, mavisi eskimiş ruh semalarımızda gerçekte bir Ramazan hilali görünmemiş demektir.
Zira bu rahmet ayında, yürek pusulamız hayra (paylaşıma, yoksula koşmaya, elimizdekini dağıtmaya) dönmek şartıyla; farklı hisseden, farklı yaşayan, farklı şükreden ve farklı ibadet eden insanlar olabilirsek; işte o zaman bu mübarek ayın bir örtü gibi günahlarımızı örttüğünden, gökyüzünden boşalan yağmur damlaları gibi hayatımızı kirlerinden arındırdığından söz edebiliriz.
Peki tüm bu tespitlerimden çok kötü durumda olduğumuz kanaatine mi varalım?
Bence hayır!
Öncelikle her yeni Ramazan'da biraz daha serpilip gelişerek yüreklerimizi umut kandilleriyle ısıtan yardımlaşma ve dayanışma duygumuzun artışına şefkatli bir vurgu yapmak gerek bence. Zira benim gördüğüm ve algıladığım kadarıyla daha ziyade yerel yönetimlerin öncülük ettiği ve giderek farklı sivil girişimlerle de desteklenen yardım ve destek çalışmaları son birkaç yıldır Ramazan ayına alkışlanacak bir çaba ile damgasını vuruyor.
Son birkaç yıldır Ramazan’la birlikte özellikle büyük şehirlerde sayıları on milyonları bulan yoksul insanlarımızın, zengin ile yoksul arasında gün geçtikçe büyüyen uçuruma inat bu yardımlaşma ve paylaşma faaliyetleri ile çehreleri ve hayatları aydınlanıyor. Çünkü kendi ruh yatağını bularak akmaya başlayan kardeşlik gayretleri en azından otuz gün boyunca herkesin karnının doymasını, aynı nimetlerden faydalanmasını sağlıyor.
Bu nedenle olsa gerek mümbit coğrafyamızın ruh köklerinde saklı olan irfani ve vicdani değerler bakımından son elli yıl içinde gösterdiği en önemli hayat belirtilerinden birinin, Ramazan ayında yoğunlaşan ama yavaş yavaş bütün yıla da yayılma eğilimi gösteren alkışlanası yardımlaşma ve dayanışma hareketleri olduğunu düşünüyorum.
Ayrıca özellikle belediyelerimizce organize edilen konser, gösteri, sohbet, söyleşi, sergi ve konferans adı altında envai çeşit faaliyet ile kısır kültürel hayatımıza belli bir ivme kazandıran kültürel faaliyetleri ise bu tür zaman dilimlerinde oldukça önemsiyorum. Ama bunun da “dostlar alışverişte görsün” diye değil, ramazan ayının ruhuna, tabiat ve manasına uygun olarak yapılması şart tabi ki.
Zira kendi çocukluğumdan biliyorum toplanan bu kalabalıkları birer ilim ve irfan meclisine dönüştürmek; Ramazan'ın kendi maneviyatına, hissiyatına, mana ve ahengine uygun yollarla ihya edilmesine vesile olmak çok da zor değil.
Dahası hilali görmeye devam eden ve onu sabır ve heyecanla bekleyen bir coğrafyadan Rabbin emri mucibince umut kesilmez. Çünkü, seher vakitlerinde gözyaşları ile abdest alan gönül ehlinin hatırına olsa gerek, bence henüz tutunduğumuz dal kurumuş değil.
Öyleyse…
İnanmanın olanca diriliğiyle hayat bulduğu, dünyayla bütün bedensel bağlarımızı kopartarak yaşananın dışında bir hayat aradığımız, bu uğurda sabredip sebat ettiğimiz, imanımızın bizim için ne kadar bağlayıcı, belirleyici ve öncelikli olduğunu kendimize ve dünyaya gösterdiğimiz; yemeden içmeden kesilerek bizi besleyen asıl gıdayı keşfetmemize imkân tanıyan bu dalın umuduna sarılarak irkilme ve yeniden şekillenme olan bu mümbit mevsimde;
Rızkın boğazın düğümlerinde kazandığı lezzete, rahmete dikilmiş gözlere, gökyüzünü dolduran kandillere, paylaşmak için dökülen yürek terine; sabır, metanet ve teslimiyetin insan kılığına girip sokaklarda dolaşmasına, vicdanları dolduran engin muhasebeye, yanlışı mahkûm eden pişmanlıklara “merhaba” demenin tam zamanı.
İhtiras düzenine taş koyan ve bizi gaflet uykusundan uyandıran rahmet ayına selam olsun.