Vaktin birinde şaşı bir çırak varmış. Ustası ona şaşı olduğunu söylüyor ama çırak bunu bir türlü kabullenmiyormuş. Bir gün ustası çalışmanın en hararetli anında ondan dolaptaki testiyi getirmesini istemiş. Çırak hızla dolaba doğru ilerleyerek seslenmiş;
“Hangisini istiyorsun usta? Sağdakini mi soldakini mi?”
Usta, “Orada bir testi var” demiş ama çırak gözünün gördüğüyle hükmetmeye kararlı bir halde itiraz etmiş hemen. Usta bakmış ikna olmuyor; “Farketmez evladım” demiş, “Hangisini istersen onu ver”.
Ama çırak yine aynı cevabı vermiş;
“Usta sensin sen karar ver, sağdakini mi istersin soldakini mi?”
Usta böyle devam etmeyeceğini anlamış ve aynı zamanda da çırağına ders vermek istemiş;
“Birini kır öbürünü al gel”
Çırak, güya testilerden birini seçip diğerini kırmış ve kırınca görmüş ki diğer testi de paramparça.
Gülümseten bu anekdot aslında bugünkü ahvalimizi o kadar güzel anlatıyor ki… Zira olan biteni izleyince hüzünlü bir sessizlik gelip zihninizin tam ortasına bağdaş kuruyor. Marifet gözüyle bakın topluma; gerçeklere nasıl “şaşı” baktığımızı ziyadesiyle anlarsınız.
Doğu’yla Batı’nın, zenginle fakirin, sağcıyla solcunun, kadınla erkeğin, yaşlıyla gencin, o şehirle bu şehrin, o partiye oy verenle bu partiye oy verenin, o takımı tutanla bu takımı tutanın, dini öyle anlayanla böyle yorumlayanın, o yazarı sevenle bu şairi sevenin, yürüyenle koşanın, oturanla ayakta duranın, kıyam edenle secde edenin arasında herkes bir başkasının sağırı, kendisine benzemeyenin körü.
İnsan denen en büyük kutsalın tarifini sağlıklı ve kapsamlı şekilde yapamayan idrakler, insanı yaratan biricik kudreti ve O’nun insanlıktan neler beklediğini anlayamaz hale geldiler.
Kimbilir, belki de bu yüzden Rabbin rızasının O’nun yarattıklarının rızasında gizli olduğunu göremiyor, O’nun sevgisini ve ikramlarını kazanmayı kendimize dert edinemiyor, dünyayla ilgili her meseleyi kendimize dert edinip elimizdeki ömür sermayemizi hoyratça tüketiyoruz.
Belki de bu yüzden kardeşliği tebessümle çoğaltmak varken; hüsnü zan ile azalmamıza engel olmamız, tevazu ile bir araya gelmemiz, müsamaha ile uzaklaşanın yüreğinden tutmamız gerekirken; kendimizi kınamayan nefislerimiz, şerre bahaneler arayan kirli akıllarımız, hakkı görmezden gelip zulmeti aklayan vicdanlarımızla aynı Allah’a inanan, aynı kıbleye dönen, aynı peygamberin risaletine iman eden biz, birbirimizi bir kaşık suda boğar haldeyiz.
Belki de bu yüzden 'Alîm' olanın açlık, uykusuzluk, dert ve sıkıntı içine sakladığı ilmi; tokluk, refah ve rahatın koynunda; ‘dilediğine izzet ve şeref verenin’ itâat, teslimiyet, emanet ve ibadetin içine sakladığı izzeti, mevki ve makamda; 'nimet ve hazineleri sonsuz' olanın, kanaatin, tevazunun, yardımlaşmanın, kardeşliğin, bir ve beraber olmanın içine sarıp sarmaladığı zenginliği, mal yığıp biriktirmekte; Allah'ın cennet için yarattığı ‘rahatı’ bu dünyanın şatafat ve debdebesinde arıyoruz.
Belki de bu yüzden kültür emperyalizminin deprem kuşağında olduğumuz halde toplumun ana rahmi olan ve ebede kodlanması gereken evliliklerimizin yerini sayısı her geçen gün artan boşanmalar, parçalanmış aileler, günü birlik ilişkiler aldı. Bu sayede de ne mahremiyet kaldı, ne samimiyet kaldı ne de
aidiyet…
Belki de bu yüzden en mühim meselelerde dahi bir araya gelememek yetmiyor ; ne yapıp edip en küçük farklılıkta bile kavga edebilmenin orijinal yollarını bulabiliyor; bugün zulmün karşısında susan dillerimiz ve bir türlü yerinden doğrulamayan ellerimizin yarın aleyhimize şahitlik yapacağını unutuyoruz.
'Faydasız ve boşu boşuna bir şey yaratmamış olana' halîl olacak gönlümüz yok belki ama bu dünyaya gönderiliş gayemizi de idrak edebilmiş değiliz.
Evet, kabul etmek gerekiyor; hayatın eskiye oranla daha hızlı aktığı bir zaman diliminde meşguliyetlerin sayılamayacak kadar fazlalaşmış olmasına mukabil ömür oldukça kısa, ameller kusurlarla dolu, ecel her dem yakın, yolculuğun mesafesi ise oldukça uzun. Bu nedenle de hakikatin kalbine dokunmak büyük bir yürek istiyor; gönül şehrinde mutluluğun kanatlarına tutunmak ise sarsılmaz bir sabır, yanardağ gibi bir iman gerektiriyor. Zira yalnızlığın özgürlüğüne, imanın samimiyetine, aşkın yarasına ve derdin mucizevi gücüne talip olmanın bedeli ağır, yolu meşakkatli. Nefsin geçit ve tehlikelerini aşabilmek zor; kötü huylardan temizlenmek, ruha yerleşen çirkin sıfatların kökünü söküp atmak güç; kalbi Allah’tan başkasına yönelmekten men etmek ve her daim O’nun(c.c.) zikriyle süslemek emek isteyen bir iş.
Sanırım tam da bu noktada olan biten karşısında yaşadığımız akıl tutulmalarının şaşkınlığı içinde sormak gerekiyor;
Yürek devletinin zayıflamış halkalarını onarmaya, kaybolmaya yüz tutan hakkaniyet ve adalet ruhunu yaşadığımız çağın idrakine sunmaya çalışmaktan başka çaremiz var mı?
Allah’ın kurmak istediği büyük bir medeniyetin, toplum hayatının ve dünyayı cennete çevirmesinin ‘diriliş’ derdindeki ‘varisleri’ olarak; mümbit coğrafyamızı dört bir taraftan kuşatan, bizim yokluğumuzu varlıklarının teminatı olarak gören İdris libasındaki İblisi kalabalık; savunduğumuz değerleri ve haykırmaya çalıştığımız kutsalları çepeçevre sarmıyor; bu haykırışın gür sesini çıkarlarına dokunduğu için kısmaya, hatta güçleri yettiği noktada tümden susturmaya çalışmıyorlar mı?
Böylesi bir hengame içinde sadece haz ve menfaat tatmini için yaşayan, hak hukuk gözetmeyen, sorumluluklarını sadece göstermelik ibadetlerle yerine getirdiğini sananların kendilerini dindar hissetmelerinin bir önemi var mı?
İman edip diriltmeye ve yaşatmaya tabi olmamak; mesajları bildiği halde ne uğruna ve kimlerle mücadele ettiğini önemsememek; sadece güce ve güçlüye tapınmak; hakikati zimmetine alıp başkalarını batıl yolların yolcuları ilan etmek; idraksizlik ve ferasetsizliğin en belirgin alametleri değil mi?
Evet, yazık ki insanların doğruluktan ayrıldığı, hayali şeylerin arkasına düştüğü ve gerçeğin özü ile değil sadece kabuğu ile meşgul oldukları bu dönemde gaflete dalarak bu dünyaya ne için geldiğimizi, nereden geldiğimizi, buradan nereye gideceğimizi unutuyoruz bazen. ‘Nisyan’ denen ‘unutkanlık’ ile akrabalık sayesinde kim olduğumuzu unuttuğumuz anda da kendimizi başkası zannediyor, başkalarından ve başka şeylerden yeni kimlikler icat ediyoruz.
Peki çözümümüz ne yaşadığımız bu akıl tutulmaları karşısında?
Aciz kanaatimce kendi hiçliğimizi fark edecek kadar her şeyin sahibinin sadece Allah olduğunu bildiğimiz, yâhut her şeyin sahibinin sadece “O” olduğunu bilecek kadar kendi hiçliğimizin farkında olduğumuz; canımızı emanet niyetine taşıdığımız, herhangi bir şeyden, 'benim' diye bahsetmeye utandığımız “eski”
günlerimize dönmek zorundayız.
Bilmeliyiz ki…
Cehalet; bilginin varlığı veya yokluğundan ziyade bilginin hikmet ile buluşamamasından oluşur. Biz ise hikmetten mahrum durumdayız. Zira bilen(!) ama gönülleri dünyanın geçici metasıyla dopdolu olduğu halde iman iddiası içinde olanlar, inanmak istedikleri şeylere delil bulmak için akıl nimetini inkara kadar hadsizleşiyor, gözlerinin önündeki gerçeği görmemek için diretiyor; kin, intikam, haset, öfkeyle yoğrulmuş gönüller de bildiğini iddia edenlerin ardına düşerek yaşamlarını şekillendirmekten zerre kadar çekinmiyorlar.
Tek başlarına hiç olduklarını gördüklerinde hayat süremeyeceklerine inananlar da, muhtemelen Allah’a bile sırf güçlü olduğu için iman ediyor; itikadının temeline kulluk zevki ve şuuru yerine güçlüden yana olmak arzusu yerleşince, yeryüzünde güçlü buldukları kimseleri “sahip” olarak görmek konusunda zorlanmıyorlar.
Bu grubun dışında kalarak özgüvenlerini yitirenler ise güçlü görünme ihtiyaçlarını güçlünün yanında durarak gidermeye çalışıyorlar.
Kimbilir belki de bu yüzden çoğu insan neye, ne uğruna, niçin inandığını bilmeden sırf etraftan gördüğü için din diye tekrar edip duruyor pek çok şeyi. Böylelikle de toplumda ayrışma başlıyor ve evvelki ümmetlerin yanlışlarıyla tarih sadece tekerrür ediyor.
Ne yazık ki servetimize, şöhretimize, hırsımıza, dünyaya meylimize çekidüzen verelim derken kalbimizin terazisi bozuldu. Herkes bu yangından kurtulmak için kabuğuna çekildi ve kendini kurtarma telaşına düştü.
Kelimenin düşünceye, düşüncenin hayata akan tarafıyla kalbimizde var olan dilimizden dökülecekse eğer Peygamberin izinden gittiğini söylediği halde onun ahlâkıyla terbiye görmeyenler, mukaddes kelimeleri sadece dillerinde taşıyıp gönüllerine indiremeyenler için Kitab-ül Mübin, “kitap yüklü merkepler” ifadesini kullanıyor. Taşıyan, ayetin ifadesiyle hamal oluyor; yaşayan ise kemâl buluyor. Ulaşılan kemal noktası ise hayatı, ölümü ve ölümden sonrasını şuurla birbirine bağlıyor.
Yanisi insana kim olduğunu, dünyaya neden ve niçin geldiğini, nereye gideceğini hatırlatan zaman, mekan ve insanlara muhtaç olduğumuz bir zaman dilimini yaşıyoruz. Zira bu zaman, mekan ve insanların ışıltısı altında her şey berraklaşıyor; âmâlar görmeye, görenler fark etmeye, fark edenler de dert etmeye başlıyor. Bu lütufların kadrini bilen nasipdarlar olarak; onların aynasında varlık sebebini seyreden ve o sebebin hakkını yaşamının tümünde vermeye çalışanlar da böylece doldurabiliyorlar rıza heybelerini.
İşte bu yüzden… Görüş ayrılıklarımızı, farklılıklarımızı, kavgalarımızı, küçük hesaplarımızı bir kenara bırakarak her geçen uzaklaştığımız hak ve hukukun yeniden tesisi için yeni bir sayfa açmak zorundayız.
İçimizden bazılarının akıl ve kalbine itimat edip, onlara dikkatle gözlerimizi dikmek yetmiyor. Her birimiz; “Ben kimim ve benim yaptığımla ne olacak ki?” umursamazlığından; “Ben bir hiçim ama bir şeyler yapmazsam hiç kimsenin yaptığının bir mânâsı kalmayacak” şuur ve mesuliyetine erişmek borcunda.
Bin yılı aşkın bir süre içinde ilkelerinin izini süren, ilkelerini ülkülere dönüştürme cehdi gösteren; kal ve haliyle hakikati yaşayan ve yaşatan; fikir, oluş ve varoluş sancısı çeken hakikat erlerinden oluşan ceddimiz kimbilir belki de bu yüzden canlarını, mallarını, kanlarını inançlarına şahit kılmanın aşkıyla yanıp
tutuşmuşlardı. Onların izince bilmeliyiz ki; iman ederek kendi çağlarının göğsüne iyilik, güzellik, doğruluk, hak ve adalet için dertleri ve acıları paylaşmak için omuz omuza tohum ekenler kurtulacak, gerisi hüsrana uğrayacak, kaybedecektir. Bu da ancak sevgi ve merhametten yaratılmış olmayı fark edenler, vicdanlarının derinliklerinde bunu bulanlar, Allah’tan varlığa yansıyan sevgi ve merhamet halesini hissedip duyumsayanların bir araya gelmesi ile mümkün olabilir.
Sözün özü…
Silah tutan ellerin kalem tutuşunu, öfke kusan dillerin tesbih çekişini, İslâm beldelerine adaletle diz çöktüren ecdadımızın gönül sultanları önündeki tevazusunu anlasak; tahiyyatlarda okuduğumuz ‘Rabbenâ’larda; “Beni, ana-babamı ve bütün müminleri bağışla” diyerek az sonra hiç de üstümüze vazife olmayan bir kavgada kalbini kıracağımız, hakaret ve hatta küfür edeceğimiz, yetinmeyip ihanet edeceğimiz kardeşimizin ebedi saadeti için dua ettiğimizin farkına varsak yetecek!
Çağlar ötesinden zamanın kalbine düşen "Okçular yerinizden ayrılmayın!" nebevi izdüşümü ile bitirelim;
Zira siz ayrılırsanız Hamza'lar şehit düşecek meydanlarda. Hint'lerin öfkesi ve kini dünyayı esir alacak. Ebu Süfyan'ların develerinin sırtındaki "yük" dünyanın "şerefi" olacak. Ebubekir'lerin sıdkı tarihe karışacak. Ömer'lerin adaleti yetimin, kimsesizin, mahsunun, sahipsizin, ezilmişin, yolda kalmışın gözlerine değil; muktedirlerin iki dudağına hapsolacak! Osman'ların kanı mushafa bulaşacak. Ali'leri meydanlarda yıkamayanlar ona hırsın zehirli oklarını fırlatacak. Ebuzerr'ler Rebeze'lerde yetimliğe mahkum edilecek. Alemlere rahmet olanın tevazusunun karşısına Muaviye'lerin görkemli sarayları inşa edilecek! Hasan'lara ihanetin zehri içirilecek. Hüseyin'lere Kerbela'larda tuzaklar kurulacak. Ebu Leheb’ler, Ebu Cehil’ler asırlar dolaşacak. AYRILMAYIN!
Müebbet Muhabbetle…