“Yabancılaşma” zaman zaman kulağımıza çalınan bir kavram. Besni’de de “yabancılık çekmek” biçiminde kullanıldığını duyarız. Peki, neden “yabancılaşır” ya da “yabancılık çekeriz?” Yaygın kullanıldığı şekliyle, örneğin bulunduğumuz ortam bizim yaşam biçimimizle uyumlu değilse, ya da az uyumlu ise, bir rahatsızlık duyarız, huzursuz oluruz, başka bir deyişle yabancılaşır, yabancılık çekeriz. Kentte yetişmiş bir insan köy ortamında, yoksul birisi zenginlerin arasında, eğitim olanağı bulamamış bir kişi eğitimlilerin arasında, sevgisizlik ve baskı altında büyümüş bir insan görece özgür ve sevgisini ifade etmekte sakınca görmeyen insanların arasında yabancılık çeker; elbette bu durumların tersi de mümkündür.
İnsan kendine bile yabancılaşabilir. Yanlış bir şey yaptığının farkına vardığında, kendi kendine “bunu yapan ben miyim,” ya da “bu ben miyim” sorularını sorduğunda kendini tanıyamadığını, kendisi ile barışık olmadığını, kendine yabancılaştığını hisseder.
İnsan, hayatını kazanmak için yapmak zorunda olduğu işe de yabancılaşabilir. Ne yazık ki herkes yeteneklerine, kapasitesine uygun, sevdiği, yapmaktan zevk aldığı bir işte çalışmıyor. Böyle olunca, çoğumuz ister istemez yaptığımız işe yabancılaşıyor, işimize istemeye istemeye gidiyor, kendini gerçekleştiremeyen mutsuz insanlar oluyoruz.
Dahası, insan üretmek için emek verdiği ürüne de yabancılaşabilir. Cüzi bir maaşla, lüks otomobiller üreten bir fabrikada, ya da villa inşaatında çalışan bir işçi üretimine katkıda bulunduğu ama hiçbir zaman sahibi olamayacağını bildiği otomobillere ya da villalara yabancı değil midir? Ya da başka bir iş bulamadığı için bir silah üretim tesisinde çalışan bir mühendis düşünelim. Akşam yemeğinde ailesi ile birlikte haberleri izlerken, kendi emeğinin ürünü silahların, bombaların, füzelerin insanların ölümüne yol açtığını gördüğünde ne düşünür, ne hisseder, bu mühendis? Veya sigara içmediği ve sigaranın zararlarını bildiği halde bir sigara fabrikasında çalışmak zorunda kalan bir insan, işinden gurur duyabilir mi?
İnsan diğer insanlara, giderek insanlığa da yabancılaşabilir, yabancılaşıyor. “Konforumuz” arttıkça, birbirimizden daha çok uzaklaşıyoruz. Kaynakları kısıtlı bir dünyada, en yüce amaç daha çok kazanmak olunca, bir kısmımız daha zengin oluyoruz, önemli bir kısmımız ise daha yoksul. Giderek daha çok bireyselleşiyoruz. “Bireysel özgürlük” önemli mutlaka; ama bireysellikle bencillik arasındaki çizgi de çok ince. Çoğumuz, farkında olmadan bu sınırı aşıp başkalarının özgürlüğünden ve haklarından çalıyoruz; çaldıkça birbirimizden uzaklaşıyoruz; birbirimize yabancılaşıyor, hatta düşman oluyoruz.
İnsan doğaya da yabancılaşabilir. Hepimizin malumu; artık Besni’de de dünyanın başka yerlerinde de eski kışlar yaşanmıyor. Mevsimlerin gidişatında gözle görülür, hissedilir bir değişiklik var. Sular derelerden, çaylardan eskisi kadar gür akmıyor, hatta bazılarından artık hiç akmıyor. Buzullar tahmin edilenden hızlı eriyor, göller kuruyor, topraklar çölleşiyor. Dünyada her dakika, yaklaşık bir futbol sahası büyüklüğünde bir ormanlık alan, her gün yaklaşık yüz canlı türü yok oluyor. Biz insanların “konforu” belki her geçen gün biraz daha artıyor; ama doğadan uzaklaşma, hatta onu yok etme pahasına. Bu durum daha ne kadar sürdürülebilir, kesin olarak bilmiyoruz. Ama bu gidişi değiştiremezsek, hem kendi türümüzü, yani gelecek nesilleri, hem de genel olarak dünyadaki diğer canlı yaşamı oldukça karanlık bir gelecek bekliyor. Bu durumun ne kadar farkındayız? Ya da bu gidiş bizi ne kadar ilgilendiriyor? Bu gidişin esas sorumlusu, hoşumuza gitmese de, biz insanlarız. Kendimizin ya da türdeşlerimizin bilerek ya da bilmeden yaptıklarımız, arıtmadan nehirlere denizlere boşalttığımız atıklarımız, her geçen gün daha fazla olmak üzere atmosfere saldığımız klor, flor, karbon esaslı gazlar, ağaçları, ormanları yok eden yaşam biçimimiz, insan kaynaklı yangınlar dünyayı hızla yaşanmaz hale getiriyor. Hepimiz aynı düzeyde sorumlu olmasak bile, başta gelişmiş ülkelerde yaşayan insanlar olmak üzere, çoğumuzun bu gidişte, az ya da çok, vebali var. Ne kadar “benden sonra tufan” diyorsak, o kadar doğaya yabancı değil miyiz?
Kendi kendime, yukarıda dile getirilen yabancılaşma türlerinden hangilerine maruz kaldığımı soruyorum. El cevap: az ya da çok, neredeyse hepsine… Peki, bu halimle mi mutluyum, yoksa kendisiyle alabildiğine barışık, işine güle oynaya giden, yaptıklarından, ürettiklerinden gurur duyan, diğer insanlarla dost, doğayla iç içe bir insan olsaydım mı daha mutlu olurdum? Saçma bir soru, değil mi? Peki, bu sorudaki saçmalık hepimize bu kadar açık göründüğü halde niçin başaramıyoruz tam manasıyla mutlu olmayı? Niçin?...