Güçlü bir uluslararası müdahale artık bir insani ihtiyaçtan öte, siyasi bir zorunluluk
Nottingham Trent Üniversitesi Hukuk Fakültesinden Dr. Luigi Daniele, İsrail'in Filistinlilere yönelik savaş suçlarını, çocuk cinayetlerini ve ahlaki yapının çöküşünü AA Analiz için kaleme aldı.
***
Bu sözleri bir kenara not alın: Güney Afrika, Uluslararası Adalet Divanı'ndaki (UAD) soykırım davasını muhtemelen kazanacak, ancak o zamana kadar çok geç kalacağız. Harekete geçilmesi gerekiyor, hemen şimdi.
Güney Afrika merkezli Uluslararası Çocukları Savunma Örgütüne (Defence for Children International) göre, İsrail’in Gazze’ye yönelik yeniden başlayan yok edici bombardımanları 48 saatten kısa sürede 174 Filistinli çocuk ve bebeğin ölümüne yol açtı. UNICEF de, bir günde 130’dan fazla çocuğun öldürülmesini kınayarak, bu rakamın, Filistinliler arasında son yıllarda görülen en yüksek günlük çocuk ölümlerinden biri olduğunu belirtti. Bu, İsrail’in Filistin’deki askeri eylemleri tarihindeki en ölümcül olay olabilir.
Öldürülen İsrailli rehinelerin aile üyeleri (ki bu rehinelerin isimleri ve yüzleri defalarca Filistinlilere yönelik yeni saldırılara gerekçe olarak kullanıldı) İsrail hükümetinin saldırı kararını, rehinelere yönelik bir başka ihanet olarak nitelendirdi. Yarden Bibas, “askeri baskı, rehineleri tehlikeye atarken, anlaşma ise eve dönmelerine vesile oluyor” derken, İsrailli rehine aileleri “İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Ben-Gvir'in hükümete dönüşünü Gazze'deki rehinelerin ülkeye dönüşüne tercih etti” açıklamasında bulundu.
Öte yandan, tüm bu yıkımın ortasında bazı İsrailli bakanlar "İçinde Hamas sempatizanlarına tahammül eden bir toplumun var olma hakkı yoktur" gibi sözlerle sivilleri hedef alıyor ve saldırıya uğrayan halka "Rehineleri teslim edin ve Hamas’ı ortadan kaldırın, yoksa çok daha ağır bir bedel ödersiniz" şeklinde açık tehditler savuruyorlar.
Bir yıkım ideolojisi
İsrail yönetiminin ideolojisi, Filistinlilerin yok edilmeyi hak ettiğini ve kendi yok oluşlarından kendilerinin sorumlu olduğu iddiası üzerine kurulu. Bu, tarih boyunca görülen tüm soykırımlara özgü, kurban grubun varlığını haksız, hayatta kalışını katlanılmaz bir tehdit olarak gören, ona karşı şiddeti haklı ve doğal sayan, bu grubun ortadan kaldırılmasını ise olması gereken doğal düzenin tesisi olarak sunan kavramsal bir soykırım ideolojisidir. Bazı İsrailli bakanların “Filistin halkı diye bir şey yoktur” sözleri, bu ideolojiyi doğrudan ortaya koyuyor. Bir halkın yokluğunu ilan etmek, o halkı yok etmenin zeminini oluşturur.
İsrail hükümetinin açık soykırım söylemleriyle birlikte, açlık, susuzluk ve hastalıkları birer savaş silahı olarak kullanması, Güney Afrika’nın UAD’deki tezlerinin ve bu tezleri destekleyen diğer devletlerin müdahalesinin haklılığını daha da pekiştiriyor. Bir uluslararası hukukçu olarak kanaatim, özellikle bu son vahşetin ardından Güney Afrika’nın UAD’deki davayı kazanma ihtimalinin çok daha yüksek olduğudur.
Çocuklara karşı işlenen suçların tarihteki en yüksek seviyelerine ulaşmasına rağmen, Batılı devletler hala hukuki bir adım atmaktan kaçınıyor. Oysa bazıları UAD'deki başka davalarda, "Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi" çerçevesinde çocukların (kurban gruplarının en savunmasız unsurları olarak) özel bir koruma gerektirdiğini savunuyordu. Ancak ikiyüzlülük ve çifte standartlarla Filistinli çocuklar, diğer çocuklara kıyasla daha az insan ve daha az korunmaya değer olarak gösteriliyor.
Üçüncü ülkelerin siyasi liderlerinin sorumsuzluğu da bu suça ortaklıklarını ifade ediyor. Sessiz kalan ya da doğrudan suç ortaklığı yapan, en ufak bir yaptırımı bile hayata geçiremeyen bazı devletler, savaş suçu ve insanlığa karşı suçlardan aranan siyasi ve iş ortaklarına, Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) yakalama kararlarına rağmen, güvenli limanlar sunarak, Roma Statüsü’nden doğan yükümlülüklerini ihlal ediyor.
Filistin’e yönelik hukuksuzluk, yalnızca bu coğrafyayı değil, küresel düzenin tamamını zehirliyor. Netanyahu'nun iktidarını sürdürme uğruna bölgeyi sürekli bir savaş sarmalına sürüklediği artık açıkça ortada. Avrupa Birliği ise başarısız stratejilerini değiştirmek yerine bu savaş ortamına daha da sürükleniyor. Bu da dünya genelinde muhaliflere, farklı düşünenlere ve demokratik yapılara karşı baskıcı rejimlerin güçlenmesine yol açıyor. Savaş ve otoriterlik birbirini besler. Bu nedenle mesele sadece Filistinlilerin hayatta kalması değil, aynı zamanda kendi ülkelerimizdeki demokratik değerlerin ve toplumsal özgürlüklerin savunulması. Güçlü bir uluslararası müdahale artık bir insani ihtiyaçtan öte, siyasi bir zorunluluk.
Hayatları korumak
Filistinli sivilleri koruyacak, çok sayıda ülkenin bir araya gelmesiyle oluşturulabilecek bir insani müdahale gerekliliği var. Bu müdahale, insan hayatını değersizleştiren ve katliamdan çıkar sağlayan aktörlere karşı bir denge unsuru olabilir. Ayrıca bu, egemen eşitlik, barışçıl birlikte yaşam ve kendi kaderini tayin hakkı gibi ilkeleri savunduğunu söyleyen ülkeler için bu söylemlerin gerçekten samimi olup olmadığını kanıtlama fırsatı. Yani karşı karşıya olduğumuz paradoks şu: Uluslararası hukuk ya da ahlaki yükümlülükleri bir kenara bırakın, sadece çıkar temelli düşünen bir devlet bile, bu yazıda önerilen türden kararlı bir eylemi gerçekleştirmeli.
Birleşmiş Milletler himayesinde, Filistinli sivilleri koruyacak çok taraflı bir askeri varlık her zamankinden daha gerekli. Çünkü, varlığı “yok edilmesi gereken bir hakaret” olarak görülen bir halk, böyle bir işgal altında güvende olamaz. Böylesi bir mücadeleyi destekleyen devletler, dünya genelinde milyonlarca insanın desteğini kazanır ve bu karanlık dönemde ahlaki liderlik rolünü üstlenebilir. Çünkü bugün yükselen şey, sınır tanımayan bir uluslararası suç düzeni.
[Luigi Daniele, Nottingham Trent Üniversitesi Hukuk Fakültesinde Dr. Öğretim Üyesidir.]
*Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editoryal politikasını yansıtmayabilir.
Kaynak: AA